1. Giriş
09.07.2025 tarihli ve 32951 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 7552 sayılı İklim Kanunu’nun (“
Kanun”) yürürlüğe girmesiyle Türkiye’nin yeşil dönüşüm süreci resmen başlamış olup, Kanun’a bağlı olarak ilerleyen dönemlerde yayımlanacak ikincil düzenlemelerle uygulamaya yönelik usul ve esaslar belirlenecektir. Yeşil dönüşüm serimizin bu ilk yazısında, Kanun’un dayandığı hukuki çerçeve incelenerek, ulusal politikalar ve uluslararası yükümlülükler gibi Kanun’un temel unsurları ve dayanakları mercek altına alınacaktır.
Günümüzde iklim değişikliği, yalnızca çevre biliminin konusu olmaktan çıkmış; ticaret, enerji, finans ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda yeni düzenlemelere ve uygulamalara yol açan küresel bir dönüşüm süreci halini almıştır. 1997 tarihli Kyoto Protokolü ile ilk kez gelişmiş ülkelere bağlayıcı emisyon azaltım yükümlülükleri getirilmiş, 2015 tarihli Paris Anlaşması ile tüm taraf devletler için ortak bir küresel sorumluluk çerçevesi oluşturulmuştur. Bu hedeflerin somutlaşması ise Avrupa Birliği’nin 2019’da ilan ettiği Yeşil Mutabakat ve 2023/956 sayılı Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (“SKDM”) Tüzüğü ile gerçekleşmiş; sürdürülebilir üretim, uluslararası ticaretin merkezine taşınarak bir ticari zorunluluk haline gelmiştir. Bu gelişmelerin bir yansıması olarak yürürlüğe giren Kanun ile Türkiye, hem Paris Anlaşması kapsamındaki taahhütlerini yerine getirmeyi hem de AB ile ticari uyumu sağlamayı hedeflemiş; böylece uluslararası yükümlülükleri ulusal yaptırıma dönüştüren ilk kapsamlı düzenlemeyi kabul etmiştir.
1.1. Paris Anlaşması
Paris Anlaşması, taraf devletler açısından yalnızca iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik bir çevre politikası metni değil, aynı zamanda küresel düzeyde sorumluluk paylaşımını kurumsallaştıran bağlayıcı bir uluslararası düzenleme niteliği taşımaktadır. Bugün 190’dan fazla ülkenin taraf olması, Anlaşma’yı çevre hukukunun en geniş katılımlı enstrümanı haline getirmiştir. Taraf devletlerin, Anlaşma kapsamında ve küresel iklim eylemine katkı sağlamak amacıyla yürüttükleri faaliyetleri içeren Ulusal Katkı Beyanları, artık tek taraflı niyet açıklamalarının ötesinde, uluslararası hukuk bakımından taahhüt niteliğindedir. Bu taahhütlerin düzenli raporlama ve bağımsız inceleme süreçlerine tabi tutulması, Paris Anlaşması’nı hukuken bağlayıcılığı sınırlı bir nitelikten çıkararak, fiilen uluslararası bir denetim mekanizması işlevi görmesini sağlamaktadır.
Küresel ölçekte bu sistem, devletlerin yalnızca kendi sınırları içerisindeki iklim politikaları bakımından değil, birbirleriyle olan ilişkilerinde de hesap verebilirlik düzeyini artırmaktadır. Her beş yılda bir gerçekleştirilen Küresel Durum Değerlendirmesi süreci, taraf devletlerin toplu ilerlemesini izlemeye olanak tanımakta; doğrudan bir yaptırım mekanizması öngörmese de güçlü bir uluslararası baskı ve diplomatik sorumluluk yaratmaktadır.
Bu yönüyle Paris Anlaşması, iklim değişikliği alanında uluslararası iş birliğini soyut bir dayanışma söylemi olmaktan çıkararak, küresel sorumluluğu paylaştıran somut bir hukuk rejimine dönüştürmüştür.
Türkiye ise 2021 yılında Paris Anlaşması’nı onaylayarak küresel iklim rejimine dâhil olmuş ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefini ilan etmiştir. Bu hedef doğrultusunda; Kanun’un kabulü, ulusal emisyon ticaret sisteminin kurulması, yenilenebilir enerji teşviklerinin genişletilmesi, ulaştırma sektöründe elektrikli araç düzenlemeleri ve belediyelere iklim eylem planı hazırlama yükümlülüğü gibi kapsamlı mevzuat adımlarına yönelmiştir.
1.2. AB Yeşil Mutabakat
Paris Anlaşması’nın ardından Avrupa Birliği, 2019 yılında açıkladığı Yeşil Mutabakat (“Mutabakat”) ile küresel iklim hedeflerini ekonomik vizyonu ve büyüme stratejisiyle uyumlu hale getirmiştir. Temel amacı 2050’ye kadar Avrupa’yı iklim nötr hâle getirmek olan Mutabakat, yalnızca çevre politikalarıyla sınırlı kalmayıp, enerji, sanayi, tarım, ulaşım, ticaret ve finans gibi birçok sektörde dönüşümü öngörmektedir. Bu dönüşüm, hukuken bağlayıcı AB mevzuatı ve düzenleyici tüzüklerle desteklenerek küresel ticaret düzenini şekillendiren stratejik bir çerçeve oluşturmaktadır.
Mutabakat’ın en önemli araçlarından biri olan SKDM, karbon yoğun sektörlerden AB’ye ithal edilen ürünlerde, üretim sürecinde ortaya çıkan sera gazı emisyonlarının raporlanmasını ve bu emisyonlara karşılık mali yükümlülük getirilmesini öngörmektedir. Bu düzenleme, AB üyesi olsun olmasın Avrupa ile ticaret yapan tüm ülkeleri ilgilendirdiği için fiilen ihracat ve rekabet koşullarını etkileyen bir nitelik taşımaktadır.
Türkiye açısından Yeşil Mutabakat, ihracatçı firmalar için karbon emisyonlarının izlenmesini, raporlanmasını ve yönetimini zorunlu hale getirmiştir. Türk şirketlerinin AB pazarındaki rekabet gücünü sürdürmesi artık yalnızca çevresel duyarlılığa değil, hukuken öngörülmüş raporlama, doğrulama ve karbon yönetimi yükümlülüklerini yerine getirmelerine bağlı hale gelmiştir.
Sonuç itibarıyla AB Yeşil Mutabakatı, Türkiye açısından dış ticaret ve yatırım ilişkilerini doğrudan etkileyecek, çevresel bir vizyonun ötesine geçerek hukuki ve ticari zorunluluklar doğuran bir düzenleme niteliğindedir. Kanun ise, bu yeni küresel düzene uyum sağlamak amacıyla Paris Anlaşması’nın getirdiği küresel sorumlulukları ve Yeşil Mutabakat kapsamında geliştirilen ticari düzenlemeleri ulusal hukuk sistemine entegre eden temel yasal çerçeve niteliğindedir.
2. Yeni İklim Kanunu
Türkiye’de iklim değişikliğiyle mücadeleye ilişkin ilk kapsamlı ulusal düzenleme olan Kanun, Paris Anlaşması’ndan doğan küresel sorumluluklar ve Mutabakat’ın yarattığı ticari zorunlulukların ulusal hukukta bağlayıcı bir çerçeveye kavuşmasını sağlamıştır. Böylece iklim politikaları, şirketler ve kamu kurumları bakımından keyfi bir “politika tercihi” olmaktan çıkmış, doğrudan uygulanabilir bir hukuk alanına dönüşmüştür.
Kanunla belirlenen iklim politikası kapsamında, eşitlik, iklim adaleti, ihtiyatlılık, katılım, entegrasyon, sürdürülebilirlik, şeffaflık, adil geçiş ve ilerleme ilkeleri gözetilerek, iklim değişikliğiyle mücadele hedeflenmektedir. Bu ilkeler doğrultusunda; alınacak önlemlerin toplumun tüm kesimlerine adil biçimde yansıtılması ve ekonomik büyüme ile sanayileşme süreçlerinin yalnızca sektörel ihtiyaçlara değil, aynı zamanda doğal kaynakların korunması ve ekosistem dengesinin gözetilmesine de hizmet etmesi öngörülmektedir. Ayrıca, karbon yoğun sektörlerde çalışanların dönüşüm sürecinde sosyal destek mekanizmalarıyla korunması, yeşil dönüşümün toplumsal maliyetini, adil paylaşım ilkesiyle güvence altına almaktadır.
Kanun’un uygulanmasında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı merkezi otorite olarak görevlendirilmiş; illerde oluşturulacak koordinasyon kurulları aracılığıyla yerel düzeyde iklim eylem planı hazırlanması yükümlülüğü getirilmiştir. Ayrıca, ulusal ölçekte sera gazı emisyonlarına ilişkin üst sınırların belirlenmesi ve “net sıfır” hedefiyle uyumlu şekilde, emisyon tahsisatlarının alınıp satılmasına dayalı bir Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) kurulması öngörülmektedir. Bu sistem, piyasa temelli mekanizmalar yoluyla emisyon azaltımını ekonomik teşviklerle desteklemeyi amaçlamaktadır. Henüz taslak halinde bulunan ETS Yönetmeliği ise işletmelere, emisyonlarını ölçme, raporlama ve izin mekanizmaları üzerinden yönetme yükümlülüğü getirmekte olup, doğrudan maliyet yapısı, rekabet gücü ve ihracat kapasitesi üzerinde etkili olacaktır.
3. Sonuç ve Değerlendirme
Kanun, Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelesinde yalnızca çevre politikalarının değil, aynı zamanda ekonomik ve yapısal dönüşümün hukuki temelini oluşturmayı hedeflemektedir. Yeşil dönüşüm bir politika tercihi olmaktan çıkartılarak, ticaret, yatırım ve üretim ilişkilerini doğrudan şekillendiren bağlayıcı bir hukuk rejimi yaratılmıştır. Bu çerçevede, şirketlerin hem ulusal mevzuata hem de Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi dış ticareti doğrudan etkileyen düzenlemelerine uyum sağlayabilmeleri için stratejik, veri temelli ve bütüncül adımlar atmaları artık kaçınılmaz hale gelmiştir.
Henüz taslak aşamasında olan ETS Yönetmeliği, Türkiye’deki işletmeler için sadece çevresel bir politika aracı olmanın ötesinde, uyum süreçlerini stratejik planlama ve rekabet gücü açısından belirleyici bir düzenleme niteliği taşımaktadır. Bu nedenle şirketlerin ETS’ye uyum sürecinde proaktif bir strateji benimsemeleri; 2026 yılında başlaması planlanan pilot dönem öncesinde hukuki, idari ve finansal altyapılarını bu dönüşüme hazır hâle getirmeleri kritik öneme sahiptir. Bu, sadece gezegen için çaba göstermek adına değil, aynı zamanda uyum yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmek ve rekabet avantajlarını korumak açısından da büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’nin Emisyon Ticaret Sistemi’ne ilişkin ayrıntılı düzenlemeler – üst sınır ve ticaret prensipleri, uygulama takvimi, sektör bazlı yükümlülükler ve olası ekonomik etkiler — ise, yeşil dönüşüm serişimizin bir sonraki çalışmalarında ele alınacaktır.